Friday, July 26, 2019

Duygusal Zeka

Çocukla beraber yaşadıklarınız, davranış ve duygularınız çok daha etkilidir ama doğru zamanda, doğru beden dili ile söylenen söz de çok güçlüdür.

Çocukluk döneminde anne baba ile kurulan iletişimin neredeyse tümü bilinçaltı kütüphanenizin bir yerinde saklıdır.

Öyle cümleleri vardır ki onlar hep ön raftadır, kulağınızda küpe, zihninizde bir yankıdır.

Bir insanı tanırken, onu severken, ona kızarken ya da onunla bir sorun yaşadığınızda içinizden gelen ses çoğu zaman anne ya da babanıza aittir.

Atacağınız adımı olumlu ya da olumsuz etkiler bu sözler.

Çoklu zekâ kuramının kurucusu Howard Gardner insanların başarısında duygusal zekânın (EQ) akademik zekâdan (IQ) daha etkili olduğunu öne sürdü.

Bir işteki başarınız, o işte yükselmeniz, insanlarla mutlu ve güvenli bir ilişki kurmanız matematik zekânızdan çok duygusal zekânızla ilgilidir.

Duygusal zekânın bileşenleri ise kişinin duygularını tanıması, duygularla başa çıkabilmesi, kendini motive edebilmesi, başkalarının duygularını fark edebilmesi ve duygudaşlık kurabilmesi, insanlarla etkili iletişim kurabilmesi ve sürdürmesidir.

Bu kavram aynı zamandan çocuğun tüm canlılara, doğaya saygı duyması, merhametli olması, adil olması gibi erdemleri de barındırır.

Peki, çocuğun duygusal zekâsının yüksek olması için hangi sözler etkilidir?

1. Duygularını sözle ifade etmen ne güzel! Şimdi daha iyi anladım seni.

Etkili iletişimin en temel basamağıdır.

Geliştirilmesi gereken ilk becerilerdendir.

Duygular zaten bedende ifade edilir ama her insan sözle ifade edemez.

Yetişkin ya da bir çocuğun duygularını söze dökebilmesi birçok sorunu daha oluşmadan önler.

Sevilen ve saygı duyulan bir arkadaş olmada çok etkilidir.

2. Ne hissediyorsun?

Çocuğun duygularını ifade edebilmesi için de bu duyguları tanıması gerekiyor.

Temel duyguları (öfke, üzüntü, korku, mutluluk, sevgi, şaşkınlık, iğrenme, utanç) görselleriyle anlatmak hatta odaya bir pano asmak öğrenmeleri için oldukça etkili bir yoldur.

Olaylar sonrası yaşanan duyguları sadece iyi ya kötü olarak değerlendirmek çok yetersizdir.

Bu soru çocuğun duyguları öğrenmesinin ilk adımıdır.

3. Komşu, akrabalarla ya da tanıdık kişilerle karşılaşınca selam vermen, nasıl olduklarını sorman çok düşünceli bir davranış.

Duyguları tanıyan ve bunu kelimelerle ifade edebilen çocuğun bu becerisini çevresiyle de kullanabilmesi gerekir.

Çevreyle kurulacak etkili bir iletişim selâmla, hâl hatır sormakla başlar.

Toplum içindeki saygınlığın başladığı noktadır.

4. Ağaçlara, hayvanlara, bitkilere karşı duyarlı olman beni çok etkiliyor.

Her çocuk doğayı, hayvanları, bitkileri sever.

Saygı duymayı, korumayı da biz ona göstermeliyiz.

Aynı evrende birlikte yaşadığımızı, onlarında canı olduğunu, bazılarının bizim gibi duygularının olduğunu bilmesi çok önemlidir.

Duygusal zekâsı yüksek olan çocuk sosyal çevreyle olduğu kadar doğal çevreyle de uyumludur. Onlar yok olursa biz de yok oluruz.

5. Kendini güzel savundun. Aferin.

Duygusal zekâsı yüksek çocuk kendi sınırlarını bilir.

Sadece bilmekle kalmaz savunabilir de.

Bu cümlenin etkili olması için özellikle bebeklik ve çocukluğa geçiş döneminde çocuğa özel alanı konusunda bilinçli yaklaşılmış olması gerekir.

O istemediği halde bedenine zorla dokunmak, fiziksel ya da sözel ihlaller bu cümleyi etkisiz kılar.

6. Başkalarına saygılı davranmanı takdir ediyorum.

Saygının en temel özelliği karşı tarafın sınırlarına özen göstermektir.

Onun sınırlarını ihlal etmemektir.

Bir insanın sınırını ihlal eden söz ve davranışların çocuğa öğretilmesi çok önemlidir.

Bunu uyguladığında mutlaka bu sözle doğru davranışı pekiştirin ki kalıcı olsun.

7. Konuşurken beni dinlemen, gözlerime bakman beni çok etkiliyor. Böyle yapınca değer verdiğini hissediyorum.

Duygusal zekada empati yani duygudaşlık en önemli konulardan biridir.

Aslında duygudaşlık sizin mutlu bir arkadaşlık, mutlu bir evlilik için de en önemli noktalardan biridir.

Duygudaşlığı öğrenmenin yolu ise etkili dinlemekten geçer.

Toplumumuzda önemli bir yaradır bu ama umarım yeni nesil bizden daha ileride olur.

8. Ben farklı düşünüyorum. Her insanın farklı bir düşüncesi olabilir. Bu bir zenginliktir.

Kavgaların, düşmanlıkların önüne geçmenin etkili bir yolu da çocuğun farklı düşüncelerin normal olmasını öğrenmesidir.

Bu cümle bunu en iyi vurgulayan cümlelerdendir.

Ebeveynler birbirleri ile konuşurken uygun zamanda ve uygun bir dille bunu ifade etmeleri çocuğun öğrenmesinde en etkili yoldur.

Tüm yaşamı boyunca çocuğa iyi gelecek bir cümle öğretmiş olursunuz.

9. Bir sıkıntı yaşadığında hemen pes etme. Anne ve baban olarak her zaman arkandayız canım.

Duygusal zekânın yüksek olmasını sağlayan önemli bir bileşen de zorluklarla başa çıkabilmektir.

Başarılı bir işin ya da mutlu bir yuvanın altında zorluklara göğüs gerebilme, zorluklarla mücadele edebilme vardır.

Çünkü başarıya giden yolda da mutluluğa giden yolda da her zaman zorluklar, sıkıntılar olacaktır.

Bunun cesaret gerekir.

Çocuk cesaretini kendi başına yaptığı işlerden ve anne babasının duygusal desteğinden alır.

10. Zorlandığında güvendiğin insanların fikrini alabilirsin.

Doğru zamanda doğru kişilerden aldığınız öneriler, düşünceler hayatınızı değiştirebilir.

“Benim fikrim her zaman doğrudur” düşüncesi başarısızlığın ve mutsuzluğun garantisidir.

Zaman zaman eşinizin fikrini almanız, çocuğun fikrini almanız onun duygusal zekâsını artırır.

Uzm. Psikolog Ramazan Şimşek

Tuesday, July 23, 2019

Kolayı Varken

Küçük çocuğa;

Eline aldığı istemediğiniz bir eşya için:
– Bırak onu, denmez.

– Koy yerine çabuk, da denmez.

– Hele de, “Ver onu bana”, hiç denmez.

Neden?

Çünkü o eşyayı bir amaç için eline almıştır.
İster tehlikeli bir eşya olsun, isterse başka bir çocuğun oyuncağı veya eşyası olsun, o eşya artık onundur.
Kaybetmeyi göze almaz.
Kimseye vermez.
Onu kırar, gene de kimseyle paylaşmaz.

Zorlarsanız, üsteler ve diretirseniz;

O da direnir. Hem de tüm gücüyle.
Olmadı, eşyayı yere çarpar.
Daha olmadı, onu üstünüze fırlatır.
Sonra da gelir size vurur, sizi ısırır.
Eh, evde bir de bebek varsa işte o zaman durum daha da tehlikeli olabilir.
Gücü ona yettiği için ilk hedefi o olur, gider hıncını ondan çıkarır.

Peki ne yapılır?

Eşyanın durumuna göre aşağıdaki seslenişlerden biri ya da birkaçı tercih edilebilir:
– Onun ne işe yaradığını sana göstermemi ister misin?
– Onun ne olduğunu sana anlatayım mı?
– Yanıma gelirsen onunla bir iş yapabiliriz ikimiz.
– Onun içine bir şeyler koyalım mı?
– İçine ne dolduralım sence?
– İkimiz onunla bir oyun oynayalım mı?
– Yanına gelmeme izin verirsen onu birlikte inceleyelim, hı ne dersin?…vs.

Dr. Yaşar Kuru



Ani tepkiler vermek çocuğu nasıl etkiler?

Hiç bir zaman sorunsuz bir ev hayatı ve çocuk yetiştirmeyle karşılaşmayacağız.

“Her şey bitti, çocuğum acayip bir şey oldu ve şu anda benim annelik yapmaya ihtiyacım yok” diyorsanız, kendinizi kandırırsınız.

Her an yeni problemlerle, her an çözülmesi lazım gelen bir şeylerle karşılaşacağız ki yaşam devam etsin.

Bir annenin ya da bir babanın aslında anne babalık hitap edişi, önce sesinin tonuyla anlaşılıyor.

Sesinin tonu annemsi bir ses, rahmetle süslenmiş bir ses, yumuşak bir ses, hitap edici bir ses, çocuğu kavrayıcı kucaklayıcı bir ses olmalı… Çok defa bu ses çok tanıdık geliyor.

Belki dünya üzerinde ne kadar insan yaşıyorsa, her birisinin kendisine ait bir sesinin tonu olsa da, yumuşak ses ve o annemsi ses, o şefkatli ses hemen tanınıyor. Ve yumuşacık o sesin kişiye birden bire tesir ettiğini görülüyor.

“Bir annenin ya da babanın kendisinde ilk kazanacağı şey; sesinin tonu olmalıdır.”

Buyurucu ve emredici ses, ince, karşıdaki kişiyi sanki kırbaçla yakalamış gibi, sanki kaşları çatılmış gibi emredici bir ses, çocuk terbiyesine en zarar verici unsurdur.

Eğer bir anne baba kendisini terbiye etmek istiyorsa, terbiye etmeye başlayacağı yer önce sesi olmalıdır. Rahmetle süslemeli anne baba sesini.

Böyle olmazsa, çocuk anne ve babanın sağırı olur. Ebeveyn sağırı. Çocuğa seslenirsin duymaz, dediğini yapmaz.

Çünkü duyduğu ses, sesin buyuruculuğu yaralıyor, hitap edemeyiş yaralıyor ve çocuk aslında anne babadan kaçıyor. Ve bir süre sonra duyarsızlaşıyor, ondan sonra da ebeveyn şiddete başvuruyor.

Bir çocuk anne babasını duymuyorsa ve dinlemiyorsa, anne baba kendi sözünü yerine getirtemiyorsa, kendi halinden utanmalıdır, çocuğunun halinden değil.

Halbuki insan şefkate koşan bir varlıktır. Sıcaklığa sığınan, sığınacak bir liman arayan bir varlıktır. Hele ki bu çocuksa eğer…

Eğer bir çocuk anneye sığınmıyor ve anne ona bir şey söylediği halde duymazdan geliyor, içerde dolaşıyor, dışarıda dolaşıyor, eğer sesi onu kuşatmıyor, “Annem” diye seslenmiyorsa bu anne kendi halinden mahcup olmalıdır.

Üstüne bir de; “Beni dinlemiyorsun!” diye çocuğa bağırmak çağırmak oldukça yanlış bir davranıştır.

Öfke kontrol bozukluğunun, toplumumuzun en yaygın bozukluğu olduğunu çok net söyleyebiliriz.

Eğitim düzeyi ne olursa olsun, kişinin aldığı eğitim onu anneliğe hazırlamaz. Kişinin sahip olduğu makam, onun babalık kalitesini artırmaz. Toplumumuzun genel hastalığına baktığımız zaman, öfke kontrol bozukluğu çıkıyor karşımıza.

Televizyonlarda, öfkesi rayından çıkmış bir çok insan göreceksiniz. Bağıra, çağıra… Haber spikerinden, haber muhabirine kadar, yöneticilere kadar.

Gözleri dönmüş, sesi sertleşmiş, bağırıcı çağırıcı bir çok insan göreceksiniz. Öfke kontrol bozukluğunu trafikte göreceksiniz, bir annede göreceksiniz…

“Öfke kontrol bozukluğu, psikolojik bulaşıcılık taşır.” Siz bağıran çağıran bir anneyseniz, bağıran çağıran çocuğunuz olacaktır. Bu, iki kere iki dört gibidir.

Bağıran çağıran bir babaysanız, bağıran çağıran bir karınız olacaktır. Bağıran çağıran karı-kocaysanız bağıran çağıran bir çocuğunuz olacaktır. Çünkü bu psikolojik bulaşıcılık taşır.

Ancak şunu da beraberinde söylemek gerekir ki, eğer bağırıp çağırmak evde bir yaşam tarzı değilse, yani anne birden bire patlıyor, ama 10-15 gün sükunet içerisinde gidiyor, sonra tekrar birikiyor, tekrar patlıyorsa, arada bir olan şeylerse, bu çocuğa aslında aynıyla aktarılmaz, bu çocuğu kaygıya sevk eder sadece, “çocuğu anneye edilgen eder”

Annenin arada bir öfke patlaması yaşaması, “çocuğu anneye edilgen eder”.

Şöyle düşünülebilir…

Yanında silahı olan ve yanındaki kişileri, arada bir silahını çıkarıp vuran bir mafya babası var. Çıkarıyor, “Canım sıkıldı, gel seni vurayım” diyor ve pat diye bir kişiyi vuruyor. 10 kişilik bir grupsunuz ve görüyorsunuz.

Pat diye birisini vuruyor, onu götürüyorsunuz, çöpe atar gibi atıyorsunuz. Mafya babası ayaklarını masaya uzatmış. Sonra geri kalan 9 gün çok sevecen davranıyor. “Aslanım, koçum, hadi sizlere yemek ısmarlıyorum” diyor ama siz biliyorsunuz ki tepesi attığı zaman silahı çıkarıyor vuruyor.

Ve aradan 15 gün geçiyor, pat diye bir kişiyi daha vuruyor. Ne yaparsınız siz böyle bir mafya babasının yanındaysanız?

Onu huzursuz etmemek, kendinizi ona kıydırmamak için ona bağımlı hale gelir, onun etrafında dönmeye başlar, devamlı yüzüne gülmeye çalışırsınız. Ona şirin görünmeye çalışırsınız…

İşte böyle öfke kontrol bozuklukları yaşayan, arada bir patlayan, o patladığı sırada çocuğuna zarar veren bir anne ya da baba, çocuğunu kendine “bağımlı” eder.

Yılışık bir bağımlılığın içerisinde, ürkek bir bağımlılığın içerisinde, gece korkuları yaşayan, arkadaşlarının içerisinden birisi sanki birden bire kendisine bağıracakmış gibi hisseden biri olur. Sanki hoşuna gitmeyen bir davranış oluştuğunda öğretmeni bağıracakmış gibi endişeye kapılır.

Buna “kaygı bozukluğu” diyoruz.

Beklenmedik bir zamanda, hiç beklemediği bir kişiden böylesi bir saldırıya uğramak…

Evet bazen kişinin dengeleri bozulabiliyor, birden bire incitebiliyor karşıdaki kişiyi, hele karşıdaki kişi çocuksa, onun savunması da zaten yok.

Anne baba eğer böylesi bir davranışta bulunduysa, arkasından mutlaka kendisini izah etmesi lazım.

“Oğlum ben yanlış yaptım, kendime hakim olamadım, kusura bakma, özür dilerim senden. Ne kadar çirkin bir davranıştı, inşallah bir daha yapmayacağım, kendime sahip olmaya çalışacağım” diyerek, hem kendisini bir şekliyle bağlaması, hem de çocuğuna “Şu anda yaşanılan olayın, aslında sorumlusu sen değil, öfkesi bozuk olan benim. Bir kamyon gibi çiğnenen kişi de sen oldun” diyerek, çocuğun kendisini suçlu hissetmemesi adına, arkasından mutlaka gerekçesinin söylenmesi lazım.

“Aslında sana bağırmak istemedim” sözü çocuk tarafından algılanacak bir şey değil. Çünkü bağırdın.

Buradaki söylenecek sözün şu olması lazım: “Kendime hakim olamadım, sinirlendim, bağırdım. Aslında yanlış yaptım”

Çok net olarak, “Kusura bakma oğlum, kusura bakma kızım” diyerek, çocuğun o kaygı bozukluğuna düşmesine engel olmak lazım.

Ancak diğer bir husus da şudur ki, öfke bozukluğunun iki tane sebebi vardır.

1-Fizyolojik sebepler

2-Psikolojik sebepler

Fizyolojik sebepler şöyle açıklanabilir. Fizik sağlığına dikkat etmeyen kişilerin öfke kontrol bozukluğu olur.

Mesela kişi uykusunu tam almıyorsa, bu kişi öfke kontrol bozukluğuna düşecektir.

Bebeği olan bir anne gece 1 de yatıyor, sabah 7 de kalkıyorsa, bu anne çocuğu yer…

Gece 1 de, 2 de yatılır mı?

Sabaha kadar televizyon, dizi vs. yazık…

Bu durumda insanın homeostatik dengesi bozulur ve o denge bozulduğu zaman, çocuğun ağlamasına tahammül edemez.

Uyku, fiziksel dengenin ve buna bağlı olarak da psikolojik dengenin yerine gelebilmesi için önemli şartlardan bir tanesidir.

Ayrıca çok uyku da kişinin psikolojisini, dengesini bozar. Akşam saat 10 da yatıp, sabah saat 10 da kalkılıyor, ölü gibi devamlı uyunuyorsa, birinci uykuyu almış, ikinci uykuyu almış, vücut artık tamamen kendini bırakmış olur.

O keyif içerisinde yatakta bir o tarafa dönüyor, bir bu tarafa dönüyorsa, böylesi bir babanın çocuğuna karşı yumuşak olması da çok beklenmez.

Hayır, uyku ihtiyacı karşılandığı zaman kişinin kalkmış olması lazım ki güne başlayabilsin.

Kişinin açlık ve tokluk hissi de fiziksel bir sebepten dolayı psikolojisine tesir eder.

Öfke bozukluğuna sebep olur. Aç olan kişi sinirli olur. Aşırı kilolu olan kişi de sinirli olur.

Dolayısıyla uyku, yemek, yorgunluk gibi fizyolojik gerekleri yerine getirmemiş olan bir anne ne kadar kendisini toparlamaya çalışırsa çalışsın, sinirli olur.

O yüzden beyefendi bir babanın, aslında ilk yapacağı şey şu olmalı; eşinin dinlenmesini sağlamalı… 

“Çay getir, kahve getir, şunu götür, bunu getir, akşam biz de şuraya çıkalım, bir de misafir ağırlayalım, bir de şunu yapalım, bunu yapalım…”

Kadın robot değil ki…

Kadın böyle fiziğini bozdukça, statik dengesini, vücudunun dengesini bozdukça saldıracağı ilk kişi eşi olacaktır.

Halbuki onun fizik olarak sağlıklı olabilmesi, dinlenmiş olabilmesi eşine ve çocuğuna fayda sağlayacak.

Aynı zamanda bir kadın için de aynı şey geçerli. Kocası yorgun argın dışarıdan gelmişse, şunu bilmesi lazım; adamın fizik sistemi bozuk şu anda…

Dışarının gürültüsü var, zihni gürültülü, duyguları gürültülü, hisleri gürültülü şu anda.

“Eşimin önce fiziğinin dengeye girmesini sağlamam lazım, önce bir tebessüm ederek hoş geldin demem lazım, şöyle bir gözlerine bakmam lazım…”

Tüm bunlar onu duygusal olarak güçlendirerek, fiziğindeki o aşırılıkları yenmesine sebep olacaktır.

Pedagog Adem Güneş
https://www.facebook.com/Dr.AdemGunes


Tuesday, June 25, 2019

Kitty Genovese Sendromu


1964 yılında Newyork şehrinde akşam üstü Kitty Genovese isimli bir kadın çok da ıssız olmayan bir caddede cinayete kurban gider.

Bu olayda ilginç olan şudur.

Kadına saldıran şahıs dakikalarca kadına tecavüz etmeye çalışır başaramayınca darp eder öldürmeye çalışır. Kadını yaralı halde bırakır.

Bir süre sonra tekrar gelir ve kadını öldürür. Acı dolu bir saat boyunca zavallı kadın çığlıklar atar yardım ister.

Polis olay yerine gelir ancak resmi ihbar olaydan tam bir saat sonra yapıldığından geç gelmiştir, çevreyi inceler.

Kadının öldürüldüğü bölgede olayı kimsenin duymaması imkansızdır.


Çevre evleri incelediklerinde olayı 37 mahalle sakininin gördüğü hatta bir kısmının sonuna kadar pencereden izlediği ancak hiç kimsenin olaya müdahale etmediği ve polise haber vermedikleri anlaşılır.

Bu olay sonrası bir polis şefi gazeteci arkadaşı ile konuşurken durumu anlatır.

Gazetecinin ilgisini çeker ve bunu haber yapar.

Haber sonrası Amerika da büyük infial olur.












Psikologlar, psikiyatristler, sosyologlar incelemeye başladığında şu durum ortaya çıkar.

Olaya tanık kişilerin hepsi 'bir başkası mutlaka polise haber verir veya müdahale eder' diye duyarsız kalmıştır.

Kadın bu nedenle kalabalığın ortasında öldürülmüştür.

Bu sosyal davranışa katledilen kadının adı ile Kitty Genovese sendromu adı verilir.

Evet Sosyal Psikolojide biz bu ve benzeri durumlara Kitty Genovese sendromu diyoruz.

Yaşananlara duyarsızlıktan çok başkasına yükleme, bekleme, sosyal kaytarma;

* Birisi çözer,

* Birisi yardımcı olur işimize bakalım,

* Biri mutlaka görmüştür,

* Biri mutlaka dilekçe verir,

Düşünceleri ile sorun, problem ve sıkıntıları başkasına atmak.

Sonuç mu?

Etkisiz, güçsüz, zayıf hatta sıfır tepkiye neden olur.

Toplumsal refleks azalır ve zorba istediğini yapar.

Thursday, March 8, 2018

Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz Kutlu olsun.


11 Kasım 1938

Atatürk’ün naaşı, İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ordinaryüs Profesör Mehmet Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde yıkandı. Başbakan Celal Bayar’ın talimatıyla, Profesör Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapıldı.

Vücudun bozulmadan korunmasını sağlayacak olan solüsyon, 200 gram formalin, 1 gram sublime, 200 gram tuz, 10 gram acide pehenque, 1000 gram su’dan oluşuyordu. Profesör Aksu, tahnit işlemi bittikten sonra, iki küçük şişeye solüsyondan doldurdu, ağızlarını lehimledi, üzerlerine yapıştırdığı etiketlere terkibi yazdı, Atatürk’ün kollarının arasına sıkıştırdı. Kurşun galvanizli tabuta yerleştirildi, kapağı kapatıldı, gül ağacından yapılmış tabuta yerleştirildi, onun da kapağı kapatıldı, üzerine Türk Bayrağı örtüldü.

Cenaze namazı için camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığı konusu, cumhuriyetimizin ilk diyanet işleri başkanı Mehmet Rıfat Börekçi’ye danışıldı. Milli mücadele kahramanı Börekçi, “Atatürk’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir” dedi. Namaz, Dolmabahçe Sarayı’nda Ordinaryüs Profesör Yaltkaya tarafından kıldırıldı. Tekbir, Türkçe verildi.

15 sene sonra...

Anıtkabir tamamlandı.

Atatürk’ün ebedi istirahati için, Anıtkabir’deki son kontroller, inşaat başmühendisi Sabiha Rıfat Gürayman tarafından yapıldı.

8 Kasım 1953, saat 23 suları… Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi histoloji kürsüsü başkanı Profesör Kamile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Arayan, Ankara valisiydi. “Atatürk’ün tabutunun açılması ve tahnit işleminin çözülmesi için, hükümet tarafından kendisinin görevlendirildiğini” bildirdi.

9 Kasım 1953, saat 7.30… Profesör Kamile Şevki Mutlu, Etnografya Müzesi’nde, geçici kabirden çıkarılan ve katafalkın üzerine konulan gül ağacı tabutun önündeydi, titriyordu. İçinden “galiba bayılacağım” diye mırıldandı. Ama, dayanmak zorundaydı.

Saygı duruşu yapıldı. Ve “başlayalım lütfen” dedi. Yardımcı olmaları için, Yüksek Teknik Öğretmen Okulundan 10 öğretmen getirilmişti, öğretmenler gül ağacı tabutun vidalarını söktü, kapak kaldırıldı, kurşun tabutun lehimleri söküldü, onun kapağı da kaldırıldı, ortalığı tahnit için kullanılan solüsyonun kokusu sardı. Cenaze, kahverengi muşambaya sarılıydı. Taşınma sırasında zarar görmesin diye, naaş ile tabut arasındaki boşluklar talaşla doldurulmuştu. Talaş ıslaktı, bu iyiye işaretti, koruyucu solüsyonun uçup gitmediğini gösteriyordu.

Profesör Kamile Şevki Mutlu, muşambayı göğüs hizasına kadar açtı, vücut parafinli sargılarla örtülüydü, yüzü ise, ıslak pamukla kaplıydı. Adeta zaman durmuştu. Çıt çıkmıyordu. Nefesler tutulmuştu.

Profesör Mutlu, pamuk tabakasını yavaşça kaldırdı. Atatürk’ün yüzü ortaya çıktı. Hiç bozulmamıştı… Teni bronzdu. Altın saçları, rengini kaybetmemişti. Kalın kaşlarından bir kaç tel kopmuş, sol göz kapağının üstüne düşmüştü. Sakalı hafif uzamıştı. İnce dudakları yapışıktı.

15 sene önce Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyur gibiydi. Ne bozulma, ne kokuşma vardı. İki sene önce rahmetli olan Profesör Lütfi Aksu’nun tahniti son derece başarılıydı. Profesör Kamile Şevki Mutlu, Atatürk ile yüz yüzeydi. Yanağına dokundu, okşadı. O an neler hissetti derseniz…

Hatıralarında anlatacaktı. “Bir an için sanki konuşacakmışız gibi hissettim” diyecekti. Salonda derin sessizlik hakimdi, duygular darmadağındı. Atatürk’ün naaşı kurşun tabuttan çıkarıldı, dualarla kefenlendi, ceviz ağacından yapılan yeni tabuta konuldu, Türk Bayrağı’yla örtüldü, yarın Anıtkabir’de toprağa verilmek üzere, generaller tarafından ihtiram nöbetine başlandı.

Demem o ki..

Bu milletin yetiştirdiği en büyük insan, vefat ettiğinde bir erkeğe, toprağa verileceği zaman, bir kadına emanet edilmişti.

Çünkü, 1938’de Atatürk’ün naaşını emanet edebileceğimiz en yetkin kişi bir erkek iken, 1953’te bir kadındı. Kadınlar, Atatürk devrimleri sayesinde, sadece 15 sene gibi kısa sürede, erkeklerin önüne geçmeyi başarmıştı.

Kamile Şevki, 1924’te İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi, 1930’da mezun oldu. O tarihe kadar kadın hekimlere kamusal görev verilmiyordu, Sağlık Bakanlığı ilk kez 1930 mezunu kadın hekimlere kadro verdi, Kamile Şevki patoloji asistanı oldu.

1931’de Milli Tıp Türk Kongresi’ne tek başına bildiri sundu, bu bildiri kadın hekimlerimiz adına ilkti. Türkiye’nin ilk kadın patoloji uzmanı oldu. Türkiye’nin ilk kadın tıp profesörü oldu. Türkiye’nin ilk elektron mikroskobu laboratuvarı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde, Kamile Şevki’nin yönetimindeki histoloji kürsüsünde kuruldu. Ankara Üniversitesi Senatosu’nda ilk kadın öğretim üyesi oldu. Bugün bile hâlâ kendi adıyla anılan, böbreküstü beziyle alakalı “Şevki metodu”nu geliştirdi. 1987’de rahmetli oldu.

En başından, en sonuna kadar, Atatürk devrimlerinin eseriydi, Cumhuriyet kadınıydı.

Sabiha Rıfat, 1927’de, bugünkü adıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girdi, o sene ilk defa kız öğrenci kabul eden üniversitenin, ilk kız öğrencisiydi. 1933’te mezun oldu, Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendisi oldu. TBMM binası dahil, sayısız önemli projeye imza attı . Fenerbahçe’nin ilk kadın voleybolcusuydu. Ve, bu konuda erkeklerden daha başarılıydı. Üniversite öğrencisiyken, o tarihlerde karma oynanan, beş erkek ve bir kadından oluşan, İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe voleybol takımının kaptanıydı. 2003’te rahmetli oldu. Çocuğu olmamıştı, tüm servetini şehit çocuklarının eğitimine bağışladı.

En başından, en sonuna kadar, Atatürk devrimlerinin eseriydi, Cumhuriyet kadınıydı.

10 Kasım’ı anlayabilmek için, 11 Kasım’a bu açıdan bakmak lazım. Atatürk varsa, kadın vardır.
Kadın varsa, Atatürk vardır.

Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz Kutlu olsun.

Monday, January 15, 2018

Cesaret

Courage doesn't always roar. 
Sometimes courage is the quiet voice at the end of the day saying, 
"I will try again tomorrow."
Mary Anne Radmacher

Cesaret her zaman kükremez. Bazen cesaret günün sonunda sessizce söylenen 'Yarın tekrar deneyeceğim' cümlesidir.

Monday, October 17, 2016

Buğday'ı Pınar Kaftancıoğlu'ndan dinleyelim...

Ekmeğin her coğrafyada, her inanışta kutsal olduğunu sanıyorum. Okuduğum tüm kutsal kitaplarda, mitolojide, takdiste / kıddeste, kavimler göçünün anlatıldığı hikayelerde; ekmek insanları sağ tutan müthiş bir besin olarak karşıma çıktı hep. Kültür ve coğrafyalara göre ekserisi buğdaydan... İlk çağlarda buğdayın ezilip su ile karıştırılması ile ortaya çıkan bir tür çiğ hamur, sonrasında gelişerek ve değişerek günümüze ulaşan ekmek...

1991 yılında dağcılar tarafından Alplerde bulunan ve Ötzi adı verilen, buzul içinde mumyalaşmış bedenin midesindekiler incelendiğinde Ötzi, 5000 yıl öncesindeki beslenmenin detaylarını bilim insanlarına bolca verdi. Midesinde beklendiği gibi dağ keçisi eti, geyik eti vs. saptandı. Bir de sindirilmiş siyez buğdayı... Bu çok ilginç bir keşifti.

Siyez 14 kromozomlu bir çeşit antik buğday. Evrimsel süreçte şu anda tam olarak tanımlandığı araştırmayı bulamadığım bir yabani bitki ile birleşip 28 kromozomlu kavulcayı oluşturuyor. Kavulca, siyezden daha çok gerçek anlamda yabani olan annesine çekiyor. Dörtlü kabuğundan; tarladaki, başaktaki, patostaki, değirmendeki ve tenceredeki görünüşünden dahi bu yabaniliği ve el değmemişliği kolayca anlayabiliyorsunuz. En antik bitkisel oluşumlarda görülen dicoccum özelliği taşıyor. Bir kap içinde ikiz yavrulamanın Latincesi... Kavulcanın kabuğunu açtığınızda iki buğdayı kucak kucağa görürsünüz. Gözle görülebilen bir farkı var yani kısaca.

Siyez: Mono - coccum (tek dane)
Kavulca: Di-coccum (çift dane)

Kavulca ve siyezin bugünkü buğdaydan en belirgin farkı çanakları... Buğday, çanaklara tutuyor bu orijinal türlerde. Bu, günümüzün müdahale edilmiş buğdayında olmayan bir özellik. 20. yüzyıl'a gelindiğinde, özellikle de son çeyrekte tahılı samandan ayırmayı, böylelikle danenin irileşmesini mümkün kılan müdahale ile buğday başağını çıplak görüyoruz. Çok mu karışık oldu..? Ben hikayenin başına döneyim.

Eski Sümer tabletlerinde, çizimlerinde el ile döndürülen basit değirmen mekanizmalarına çokça rastlanır. Bu çizimlerde göreceğiniz buğday da çok net olarak kavulcadır. Hem başakta, hem danede çizimler oldukça açık. Yine bu buğdaydan yapılan ekmek ve hamur tariflerine rastlıyorsunuz. Sümerlerin tarımı çok zahmetli; soyulması, öğütülmesi ayrı zahmetli olan bu buğday ile işleri kolay olmamıştır. Ona da ben eminim. :)

Eski Mısır'da yetiştirilen ve Nil ile sulanan kavulca buğdayı bu coğrafyalarda bolca yetiştirildi. Yine aynı dönemde ekmek mayası da keşfedildi, öğrenildi. Zaman ilerledi, buğday kendi halinde doğal melezlemesini sürdürdü. Nihayetinde bir sonuca geldi; tricitum astivum.

Daha bereketli, kolay öğütülen, pişmesi daha başarılı bu buğdayın tarımı diğerlerine yeğ tutulunca bu tür baskınlaştı. Ancak süreç hala doğal ve müdahalesiz idi. 5 değişik tür ile başlayan tricitum astivum tarlalarda salınırken kendiliğinden bir onunla melezlendi, bir bununla melezlendi derken kendini geliştirdi ve 20. yüzyılın ortasına kadar insan eli ile müdahale edilmeden soyunu sürdürdü. Doğanın eli ile var edilen her şey gibi kusursuz ve uyumlu gelişen bu tür için nasıl desem... 20. yüzyılın ortasındaki buğday, antik buğdaylardan doğallık olarak pek de farklı değildi demek doğru olabilir. Milattan önceki buğday ile 1900'lü yılların buğdayı arasında belirgin bir fark yoktu diyebilirim ya da..?

Sonra dünya savaşları dönemini yaşadık. Birinci, ikinci derken haliyle kıtlık ve besinsel yetersizlik başladı. Böylesi dönemlerde niyetler birbirine karışır ve bilim devreye girer. Yolumuz yeşil devrime kadar ilerler. Nobel ödülü alan fazla azot verimi ve baş danesi olağanüstü irileşen buğdayı dik tutmak için sapı kısaltma ve kalınlaştırma çalışması falan... Biraz daha öne sarayım.

1866'da Mendel, heterozigot ve baskın gen kavramlarını geliştirdi. Arkası aktı...

1943'te Uluslararası Buğday ve Mısır Geliştirme Merkezi kuruldu. Deneyimlemeler resmi kimliğe kavuştu. Mexico City'de, Meksika hükümeti ve Rockefeller Vakfı ortaklığı ile... IMWIC idi adı, notlarım beni yanıltmıyor ise... Önemli olan nokta bu kurumda çalışan genetikçi Dr. Borlaug'un cüce buğdayı geliştirmesi oldu. Saplar kısa ve kalın... Bunun anlamı şu: Artık buğday tarlalarına istenildiği kadar azot atılabilir ve daneler devleştirilebilir. Bu, kısa bir dönemde mahsulü kaldırmak da demek aynı zamanda. Borlaug'a "yeşil devrimin babası" denildi ve Nobel'i aldı.

Bu yeni buğday türü, gerçekten de açlığa ciddi bir çare oldu. Bugün dünya buğdaylarının %99'u bu buğdayın devamı ve çeşitlerindendir. Fakat insanlar da çeşitlenip ikiye ayrıldı; amaç sadece dünya açlığına çare bulmak mıydı..?

Kıtlığın inanılmaz ölçüde arttığı bir dönemde ortaya çıkan bu buğday türü; güvenli olup olmadığı kontrol edilmeden, etki deneyleri yapılmadan ve gerekli süreler beklenmeden piyasaya sürüldü. Melezleme çabaları sonucunda elde edilen ürünün temelde buğday olduğunu düşündükleri için kamu tarafından rahatça tüketileceği var sayıldı. Ancak bir süre sonra insan eliyle melezlenmiş bu buğday proteinlerinin %95'inin ebeveyni ile ayı olmasına karşın %5 kadarının hiçbir ebeveynde bulunmadığı ortaya çıktı. Buğdayın glüten proteinleri melezleştirme sırasında önemli yapısal değişime uğruyor ve ebeveynlerinde olmayan 14 yeni proteine kavuşuyor.

Bu proteinlerin toksik etkisi olduğunu kanıtlama yolunda bir çok araştırma okudum. Ancak insanca metotlardan çok akıl hastalıkları ve birbirinden tuhaf enstitülerden kaynaklar / istatistikler bulabildiğim için "bir kanı oluşturdu" deyip geçeceğim şimdilik. Genel olarak toksik etkinin, özellikle nörolojik sistemde etkisinin üzerinde duruluyor.

Ben, buğdayın melezlenmesi sırasında oluşan bu genetik değişimlerin ölümcül olduğuna inanıyorum. Müdahale ve kontrol sevdasının tarihin hiçbir döneminde iyi sonuçlar vermediğini biliyorum. Yeni nesil ile çığ gibi artan, birbirine uyumlu çizgilerde ilerleyen olumsuz sonuçları da çok fazla tesadüf gibi göremiyorum.

Tanısız hastalıklar, çölyak, her türlü döküntü, sindirim sıkıntısı, kolit, bağırsak sendromları, kemik erimesi, saç dökülmesi, obezite, romatizma... Grafikler daimi bir yükselişe girdi. Kimsenin inkar edebileceğini sanmıyorum?

Mine Narin şöyle diyor; "Otizm artıyor. 1985 yılında her 2500 kişiden 1'inde, 1995 yılında 500 kişiden 1'inde, 2013 yılında ise her 88 kişiden 1'inde otizm tanısı var. Türkiye'de 0 - 18 yaş grubunda 285.000 otizmli olduğunu söyleyebiliriz. Son 50 yılda 10 katı denebilir.".

Glütenin dışlanması ile yaşanan olağan dışı iyileşmeler... Bunu onaylayan pek çok araştırmayı da özellikle yabancı kaynaklardan okudum.

Buğday tüm literatürlerde, antik bilimde dahi sinir sistemini olağanüstü etkileyen en önemli gıda olarak tanımlanıyor. Davranışları değiştiren, mutluluk veren, yokluğunda yoksunluk sendromuna yol açan az sayıda yiyecekten biri... Bu güçlü besin, insan ırkı evrilirken doğal çizgisinde evrilse idi eminim bugünkü kadar korkulan ve zehirli bir gıda olmayacak idi.

Yukarıda kısa geçtiğim notlar, tarihçe, okuduğum bin türlü araştırma ve kitap şunu anlatıyor: Müdahale haklı bir sebep ile başladı belki ama sonrasında kontrolsüz ve kasıtlar ile ilerledi. Buğday bozuldu. Bugün buğday dediğimiz şey eski türler ile sadece ad ve tip olarak benzerlik gösterse de içerik siyah ve beyaz kadar farklı.

Türkiye'ye geçersek 1920'ler ve 1950'ler arasında başta Mirza Gökgöl araştırmasını okuduğunuzda inanılmaz yerel türler, lezzet ve çeşitlilik içeren bir Türkiye buğday hazinesi gözleriniz önüne seriliyor. Ancak sayfalarda ilerledikçe Amerikan ıslahı buğdaylara hayranlık da seziyor; Alman, İngiliz, Rus ve Amerikan enstitülerinin tamamını istedikleri her türlü araştırmayı sınırlarımız dahilince serbest ve kontrolsüz gerçekleştirdiğini de acı ile görüyorsunuz. Kimsenin "Dur yahu, sen ne yapıyorsun?" demediği mukavemetsiz bir gariban üçüncü dünya ülkesi durumu bu topraklara hiç yakışmamış... Sonuçlar üzücü, acı ve sert.

Tigem ve İTO kayıtlarından, gördüğüm ve bildiğim yörelerden öğrendiğim kadarıyla Anadolu topraklarında antik buğday türlerinden dördü var. Kavulca, siyez, devedişi ve kuşyutmaz. (Sonraki haftalarda detaylıca yazacağım, Anadolu'da sağlıkla yetişmiş yerel ve gerçek türler de mevcut. Bunları bir kenarda dursun. O zamana kadar, "Siyez ya da kavulca yemedik" diye telaş edilmesin diye açtım bu parantezi)

Son ikisi neredeyse tam anlamı ile kayıp. Bilimsel kayıtlardan değil, İlhan Ağabey'den dinlediklerim ve Doğu'da dönegelen anlatıların ışığında yazıyorum. Siyez güçlü bir atakta. Kastamonu ve İhsangazi'de, toprağına sahip çıkan devlet adamları ve iş insanlarının desteği ile yol da aldı. Memnuniyetle izliyor, siyez dikimine verimlilik arttırma durumlarının bulaştığını da bir yandan duyuyor ancak gerçek olmaması için dua ediyoruz.

Talep arttıkça bir talebe yanıt verme gerekliliği de bünyeye giriyor. Umarım tarımsal sit, tohumsal sit kriterleri de coğrafi işaretler kadar sağlıkla uygulanır... Kavulca henüz o talepte değil. Sanırım ilerlese de çok ama çok zor hasadı, işleme süreçleri nedeniyle yavaş ve derin ilerleyecektir. En son geçen hafta gittiğim Kars'ta; gerek İlhan Ağabey'in, gerekse de bilip tanıdığımız zahireci arkadaşlarımızın tamamının telefonlarını kavulca isteyenler çaldırıyordu. İnanılmaz hoşuma gitti, gurur duydum. Bundan on sene öncesinde esemesi okunmaz iken İlhan Ağabey'in gerçeküstü çabası ile yeniden dirilen; dirilişinde en büyük payın İlhan Ağabey'e ait olduğu bu tür üzerinde benim de "yaptığım en doğru iş idi" dediğim bir pay var; gururum bundandır. İlhan Ağabey'in çabasıyla ilk tutulan 2,5 ton kavulcayı İlhan Ağabey'in inandığı amaca inanarak almasa ve işlemese idim, yani sahaya aktarmasa idim bu proje büyük ihtimalle başlamadan bitecekti. Sezgilerimden, ailemin köklerinden tanıdığım; haftada dört yumurta veren tavuğu altı yumurtaya doğallıkla çıkardığını çocukluk anılarımdan hayal meyal anımsadığım bu tahılı desteklemek görevimdi. Tanıtmak, yaymak... Bugün her yerde konuşulmaya başlanan kavulcanın en çok tanındığı satırlar hala ve hala bu satırlar...

Ben hep derim; devrim adına romanlar, şiirler yazabilirsiniz. Teoriler üretebilir, filmler çekebilirsiniz. Ancak devrim, sadece onu yaparsanız devrimdir. "Buğday falan, ne olacak bu memleketin hali..." konuşmasının birkaç adım ötesinde o buğdayı alınır, satılır, sofralara ulaşır hale getirirseniz yaşatırsınız. Sosyal medyada harcanan zamanları gerçek emek uğruna harcamayı bir gün düşünebilse aydınlarımız; ne mutlu bizlere...

Rüşeym, yulaf, glütensiz seçenekler konusunda yazacaklarım var. Sonrasına bırakayım. Bu hafta notlarımı paylaşmak, küçük bir giriş yapmak istedim. Ben malumunuz ki Sümerler ile yaşamadım. Edindiğim bilgileri bir sürü yayını okuyarak, bir sürü insanı dinleyerek edindim. Notlar aldım, çıkardım, paylaştım. Karmaşık oldu hali ile; hatalarım var ise affola...

---

Dikkat; Başlıkta da belirttiğim gibi, bu yazı tüm anlatımı ile hiç değiştirilmeden kopyalanmıştır. Yani alıntıdır.

Yazının orijinal sahibi Pınar Kaftancıoğlu'dur. Kendisi takdir ettiğim ve zaman zaman alışverişim de bulunan İpek Hanım Çiftliğinin sahibi ve yöneticisidir. Bu yazının, bu sitede yayınlanmasına itiraz etmesi halinde derhal kaldırılacaktır.

Kendisine konu ile ilgili sorularınız için ipekhanim@ipekhanim.com e-posta adresini kullanabilirsiniz. Ayrıca işletmenin web adresi : http://www.ipekhanim.com

Yazıda geçen diğer kişi ve araştırmalara ait bilgileri ilgili web aramaları ile bulabilirsiniz.